Varoşta Eğitimci Olmak Olmayan Temelin Üzerine Apartman Dikmeye Çalışmak

03.04.2017
1.917
Varoşta Eğitimci Olmak Olmayan Temelin Üzerine Apartman Dikmeye Çalışmak


VAROŞTA EĞİTİMCİ OLMAK

OLMAYAN TEMELİN ÜZERİNE APARTMAN DİKMEYE ÇALIŞMAK

Dünyanın her yerinde gerçekleştirilen bir meslek dalı eğitimcilik… Şehir merkezinden tutun dağ başına, küçük bir kasabadan tutun suyu bile olmayan köylere, az nüfuslu ilçelerden keşmekeşi bitmeyen metropollere, çölden ormana, bozkırdan ovalara her yerdedir eğitimci. Her yerde ateş bekleyen bir mum vardır çünkü, ama öyle yerler vardır ki oralarda mum bile, kibrit bile yoktur. Eğitimci ateşini götürür, ama ateşiyle yakıp nur saçacağı hiçbir şeyi olmayınca çoğu eğitimci günden güne erir, erirken elindeki ateşi de yavaş yavaş söner.

Türkiye’de mezun olan psikolojik danışmanların en çok çalıştıkları meslek alanı eğitim, yani okullar. O nedenle müfredatımız, ders kitabımız olmasa dahi eğitim alanının içinde olduğumuzdan bize de eğitimci dense yanlış olmaz sanki. Üstelik elimizde gözlerimizin etrafına bir at gözlüğü misali bağlanacak müfredatımız, kitabımız olmadığından pek çok şeyi daha bağımsız ve daha farklı açılardan gözlemleme imkanımız da var. Çoğu öğretmen durduğu noktanın biraz ötesi dışında bir şeyi göremezken biz sistemin tamamını, ilerisini ve gerisini görebilmeye mazhar olabiliyoruz. Üzerinde yükseldiğimiz ve hayatımızı sarıp sarmalamaya devam eden psikoloji ve pedagoji birikimimiz de notlardan, sınav başarılarından, müfredata bağlılıktan uzak sorunu bütüncül bir şekilde ele almamıza yardımcı oluyor.

Ben bu hafta mumu dahi olmayan bölgelerden, varoşlardan söz edeceğim. Geldiği köy ile yerleştiği şehrin keşmekeşi içinde kalmış, hangisine uyum sağlayacağını şaşırmış, neyden vazgeçip neye alışacağını anlamamış insanların ömrü güzelleştirmeyi boş verip günü kurtarmaya çalışma süreçleri içinde o mahallelerde açılan okullara giden çocuklarından söz edeceğim. Daha önce köy veya varoşlarda çalışma fırsatına erişmemiş eğitimci arkadaşlarımızın çoğu zaman hayret edeceği, hatta onda birini yaşasa travma geçirip birkaç gün evden çıkamayacağı olayları bizler her gün bizzat yaşıyor, bizzat yaşamasak dahi duyuyor, görüyor, şahit oluyor hatta uzaktan dahil bile oluyoruz. Geminin battığını çoktan kabul ettiğimizden birkaç kişiyi bile kurtarsak kardır anlayışıyla çalışmaktan bahsedeceğim. İlkokul çocuğunun bile normalde yapması gereken şeyleri ortaokula, liseye gelmiş çocuklar nasıl yapamaz hayret etmeyi bırakışımızın hikayesini anlatacağım sizlere…

Varoşa atandığımızda üniversitede size öğretilen neredeyse her şeyi uzun vadede kullanılmamak üzere rafa kaldırmanız gerektiği gerçeğiyle yüzleşmemiz sanırım yaşadığımız ilk hayal kırıklığıydı. Batıdan devşirilen ve kültürümüze uyarlanması adına en ufak bir çaba dahi gösterilmemiş kitapların resimlerinde bize gülümseyen, kızgın bakan, ağlayan o saçları taralı, yüzleri tertemiz, kıyafetleri yepyeni çocukları ve onların en az yüksek lisans mezunu anne babalarını bulamayıp yerlerine bambaşka bir tabloyla karşılaşmıştık, hatırladınız mı? Bazılarımız zaten bu gerçeği bilerek başladığından çok büyük hayal kırıklığı yaşamamıştı, ama üniversitede her gün çantasına bir tutam ideal de ekleyen, bursunun son kuruşlarıyla eğitimlere, seminerlere gidip daha da donanımlı olmaya çalışanlarımız karşılaştıkları manzara karşısında şok olmuşlardı. Çoğumuz plazalarda doğup büyümemişti elbette, az nüfuslu bir ilçede orta halli bir ailenin çocuklarıydı büyük kısmımız. Gözümüz yükseklerde değildi, fakat böyle hayatların olabileceğini çoğumuz hiç düşünmemişti.

Karşımızda iki çocuklu bir ailenin üyesi olmanın adeta şans sayıldığı, okul öncesi eğitimin lüks kategorisine girdiği, akraba evliliği ürünü olmayan çocuk sayısının azınlık olduğu, yüzyıllarca süren bu evliliklerin sonucunda DSM klavuzlarındaki tanımlara bile girmeyen pek çok hastalık, sakatlık, zihinsel sorunla doğan çocuk ve bireylerle dolu bir mahalle görmüştük. Ekmek arası dönerden daha ucuza uyuşturucu madde, dal sigara, tiner bulunabilen sokaklarında haplandığı için bayılanlar, krize girenler görmüştük. Akşam çok geç saatlerde bile yağmur, kar, rüzgar, soğuk dinlemeden başlarında herhangi bir ebeveyn olmadan dışarıda oynayan küçücük çocuklar, internet kafelerden çıkmayan, hatta orada yemek yiyen gençler… Küçücük bir evde beş kişiden fazla nüfusla yaşamaya çalışan, mahremiyet kavramının asla duyulmadığı aileler… Yirmili yaşlarımızdaki bizden belki maksimum on yaş büyük olmasına rağmen dördüncü beşinci çocuğuna hamile olan, ama okuma yazma bilmeyen kadınlar ve onların maksimum ilkokul mezunu olan kocaları. Kış vakti kar çamur demeden ters giydiği terlik veya sandaletleriyle okula gelen, daima yardım listelerinde isimleri anılan sayıları yüzleri bulan çocuklarımız… Ortaokuldan mezun olur olmaz kocaya kaçtığını, sözlendiğini, nişanlandığını, evlendiğini duyduğumuz eski öğrencilerimiz… Fen Lisesi, Sosyal Bilimler Lisesi, Güzel Sanatlar Lisesi, Spor Lisesi gibi liselerin rüyalara bile giremediği, 250 kişilik sekizinci sınıflardan toplasak 10 tanesinin Anadolu Lisesi’ne zor girdiği, çocukların meslek lisesi veya imam hatip liselerinden birini seçmeye mecbur kaldığı ortaokullar… Çocuklardan beklenen en temel beceri olan okuma-yazmanın bile çoğu zaman doğru dürüst kazandırılamadığı ilkokul süreci. Elliye yakın ve hatta elliyi geçen sayıda kaynaştırma/özel eğitim raporu olan ve belki bir o kadar daha rapora ihtiyaç duyan hem zihinsel hem gelişimsel gerilikle mücadele ederken bir başına bırakılan çaresiz gençlerimiz. Çarpık ve hatta kaotik, aldatmaların, yalanların, dedikoduların, iftiraların, fiziksel ve duygusal şiddet ve istismarın, ensestin kol gezdiği, bazıları Müge Anlı’da izleyip hayret ederken bizim duya göre duyarsızlaştığımız sözde aileler… Anne ya da babası hapiste olan çocukların artık şaşırtmayan bolluğu, ebeveynlerden birinin ruhsal ve/veya fiziksel açıdan sorunlu olduğu, aile üyelerinden en az birinin yasadışı eylemlerde bulunduğu kocaman bir topluluk…

Varoşun dertleri sıralamakla bitmez. Ankara’da kafa kafaya vermiş, muhtemelen ömürleri boyunca adım atmadıkları bu mahalleleri hiç hesaba katmadan eğitim programı hazırlayan ve bu programı şehir merkezindeki okula da dağdaki köye de yollayan değerli devlet büyüklerimiz “öğrenci merkezli eğitim” diye uydurdukları bir şeyi tüm eğitimcilere dayatarak Türkiye’nin dört bir yanındaki öğrenci profiline aynı şekilde davranmamızı beklerken, üniversiteler tez araştırması vs. olmadığı müddetçe bu insanları asla aklına getirmez, bize Finlandiya’nın şirin bir kasabasındaki ergen öğrencinin varoluşsal isyanlarını ders diye anlatırken biz elimizdeki tüm pedagojiyi, tüm idealleri bir çekmeceye kilitlemeye mecbur bırakılırız.

Bir gün bas bas bağırdığımızı fark ettiğimizde kendi içimizdeki ilkel mağara adamından ve kadınından önce bir şüphe duyarız. “Bağırmak mı, böyle öğretmemişlerdi ki bize. Çocuğun hizasına inmek, gözlerinin içine bakarak tane tane konuşmak yeterdi hani. Neden olmadı ki? Her şeyi yaptım ama karşımdaki çocuk yüzüme tükürdü, beni tekmeledi, hatta bana küfür etti. Aramızda belki 15 – 20+ yaş var, nasıl yapabildi, neden kitaptaki çocuk gibi davranmadı ki?” soruları, vicdan azabı, kendini affettirmek için bin bir türlü takla atışımız.

Başka bir gün geldi çocuğa tokat atarken bulduk kendimizi, ne psikolojik danışman nasıl tokat atar dedikoduları… Sanki aynı eğitim fakültesinin aynı pedagojik formasyonu tornasından çıkmamışız gibi kendisinde her türlü fiziksel ve duygusal şiddeti hak gören öğretmen tayfasından bazıları inanamaz gözlerle bizim bir fiskemizi, en ufak ses yükseltmemizi bize yakıştıramaz olmuş.

Biz öfkemize bir anlık yenilip de attığımız o sinek kadar fiskenin acısını bir ay aklımızdan çıkaramazken o çocuğun ailesinde, sokakta, okulda kat kat daha fazlasına duyarsız hale geldiğini, belki bizim attığımız fiskeyi çoktan maziye gömdüğünü, sorsak hatırlamadığını bile duyunca asıl hayal kırıklığımız başlar. Bu çocuklar masumiyetlerini, hassasiyetlerini, duygusallıklarını çok ama çok önceden gömmüş, birinin duygularını suiistimal etmeye gerek duymadıkları müddetçe de kullanmaz hale gelmişlerdir. Bir tanesini en yakın dostumuzdan duysak arkadaşlığımızı bitirmemize sebep olacak argo kelime ve küfürler ilkokul birinci sınıfların ağzında adeta seslenme aracı, noktalama işareti haline gelmiştir. Biz meslektaşlarımızın omzuna dokunmaya çekinirken çocuklar birbirlerini tekme tokat döverek oyun oynuyor, vurmayı, saç çekmeyi, eşyaya zarar vermeyi oyun zannediyorlardı. Kadın öğretmen ve çalışanlara asla saygı duymamaları başka bir hayal kırıklığıydı bizler için, kadınların yoğunlukta olduğu bu meslekte bizi kaale almaları için farklı bir cinsiyette olmaya mecbur olduğumuz fakat maalesef bunu yapamadığımızdan dolayı bize karşı saygısızlıkları had safhaya çıkan gelecek nesille her gün yüz yüze geliyorduk.

İlkokul dördüncü sınıf bile olsa, ortaokul öğrencisi bile olsa kitap önerisi veremediğimiz çok öğrenci oldu, çünkü çoğu okuma yazma bilmiyor, bilenler akıcı okuyup yazamıyor ve en önemlisi neredeyse hiçbiri okuduğunu anlamıyor. Kelime hazineleri o kadar zayıf ki başka bir ortamda büyüyen yaşıtlarının yarısı kadar kelime bilgileri yok. En basit kavramları bilmiyor ya da karıştırıyorlar, yaşları fark etmiyor. Yaşıtları saat okuyabilir, saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay, mevsim, yıl ayrımı yapabilirken bizim çocuklarımız dünü yarını karıştırıyor. En temel şekil, hayvan, nesne, kavram isimlerini bilmiyorlar. En temel toplum kurallarından, görgü kurallarından bihaberler. Evlerinde okuldan gelen veya öğretmen tarafından aldırılanlar dışında okumaya yönelik, edebi değeri olan bir tane kitap bile olmayan o kadar çok öğrencimiz var ki… İmkansızlıktan değil, cehaletten, parasızlıktan değil vizyonsuzluktan üstelik. Okul dışı saatlerini sokakta başıboş ya da evde televizyon karşısında paralize bir şekilde geçirmek dışında fırsatları yok, onlara örnek olacak, yol gösterecek, onların fikirlerine değer verip onlarla sohbet edecek insan yok evde.

Ailelerin okula bakışı da adeta trajikomik. Çoğu okulu eğitim yuvası olarak değil, günde birkaç saat çocuğu gönderip kafa dinleyebileceği bir bakıcılık merkezi olarak görüyor. “Öğrenci Merkezli Eğitim” safsatası da bu ailelerin işine geliyor, çünkü eğitim birçoğunun umurunda değil, çocuk kendi imkanıyla bir şeyler yapacaksa yapar yapmayacaksa boş verirler. Çocuğu okula üniformasız geliyormuş, devamsızlık almış başını yürümüş, okulda toplantı varmış, deneme sınavı varmış, kitap alınacakmış, seminer yapılacakmış umursamayan, altındaki arabaya, cebindeki telefona, mahalledeki altın gününe, dini sohbete çocuğunun başarısızlığından daha fazla değer veren; ama çocuğa en ufak bağırsan anne baba olduğunu hatırlayıp eğitimciye horozlanan, çocuğun geleceğinde zerre sorumluluk almayıp tüm suçu okula, çevreye, mahalleye atan ebeveynler… Ve bu ebeveynlere çocuğun iyiliği için bilgi vermeye, onların hayatını kolaylaştırmak için çırpınan bizler.

Günden güne gözlerimizin önünde karanlığa battığına şahit olduğumuz halde elimiz kolumuz bağlı hiçbir şey yapamadığımız, öfke kontrolü programlarının, sosyal beceri kazandırma programlarının yetersiz kaldığı, bizdeki eksiklikten dolayı değil doğumlarından itibaren bilinçli ya da mecburi tüm temel imkanlardan yoksun kalışlarından dolayı kendi anne babası dahil kimseye gerçek anlamda sevgi beslemeyen, besleyemeyen, kendisi de dahil hiç kimseye saygı duymayan, “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna ezbere “Polis, doktor, öğretmen, asker, hemşire, avukat…” cevaplarını verip içten içe bunların hiçbiri olamayacağına gün geçtikçe daha da fazla inanmak zorunda kalan bizim doğduğu anda kaybolan gençliğimiz.

Önemli olanın maddiyat değil, maddiyatın olumlu, faydalı ve akıllıca yollarla değerlendirildiği gerçeğini ben varoşa atandığımda daha iyi anladım. Bu insanların içinde garibanı da çok, fakat bizim bir senede kazandığımızı iki üç ayda kazanıp çocuğunun geleceğine yatırım yapmayanı da azımsanacak cinsten değil. Çocukların en büyük problemi parasızlık değil, para olsa da olmasa da onlara destek olmayan, onların arkasında durmayan, onlara örnek olmayan, onları yönlendirmeyen, onlara değer vermeyen ebeveynleri… Aile kurmanın, anne baba olmanın içten gelen bir sorumluluk alma bilincinden değil, dayatılan, insanların mecbur bırakıldığı bir hayat tarzı olduğu kültürlerde insanlar biyolojik olarak anne baba olsalar dahi psikolojik olarak anne baba olmuyor, olmak istemiyorlar. Çocukları iki insanın birbirine duyduğu sevginin ürünü olarak değil, adeta bir gece kazasının istenmeyen sonucu olarak dünyaya geliyor. Sözde aile olarak bir soyadı altında bir araya gelmiş kan bağı olan bireylerin aslında o ailenin bir parçası olmaya mecbur kaldığı ve bunun öfkesini en çok çocuklarından çıkardıkları gerçeği bizim mesleğimizin en büyük ikilemlerinden birisi maalesef. Bu çocukların problemleri de, öfkeleri de, hırçınlıkları da, bilinçsizlikleri de yaşamak istemedikleri bir hayata mecbur bırakılmışlıklarından kaynaklanıyor. Mizaçları gereği daha erken yaşta farkındalık kazananları iyi bir eğitimcinin de desteğiyle kendisini kurtarıyor, ama diğerleri kendilerini daima dışlanmış hissetmeye ve o şekilde yaşamaya devam ediyorlar.

Günden güne tamamlanmamış hayallerin can çekişerek ölmüş varlıklarının yükünü günahsız, masum çocuklarının sırtına yükleyen ebeveynler ve onların yükü altında ezilen günden güne canavarlaşan çocukları, bizim çocuklarımız. Kitaplarda adı geçmeyen, kültürel psikolojide şöyle bir nabzı yoklanan, ama sonra unutulan çocuklarımız. Liselere, üniversitelere değil, sokaklarda başıboşluğa, serseriliğe mecbur bırakılan susuzluktan, güneşsizlikten ölen fidanlarımız. Sıvasız betonların arasında baş verip de yaşamak için savaşan ve çoğu bu uğurda yarı yolda vazgeçmek zorunda kalan gelecek neslimiz. “Geleceğin cumhurbaşkanı, avukatı, doktoru, mühendisi, öğretmeni, memuru…” değil, ama “Geleceğin serserisi, tacizcisi, tecavüzcüsü, kaçakçısı, mafyası…” olacak öğrencilerimiz… İçinde yaşamadan dışarıdan cıkcıklarla yargılanacak meslek hayatımız, faydasızlık hissiyle umutsuzluğa kapılacağımız, çoğu zaman üzülmek haricinde hiçbir şey yapamayacağımız okulumuz, öğrencilerimiz, ailelerimiz… Birini bile kurtarsam yeter, sınav kazanamasa da olur minibüs tabelasını okuyabilsin kafi diyerek beklentilerimizi günden güne düşürmek zorunda kaldığımız, ama çabalamaktan vazgeçmediğimiz belki geçici, belki kalıcı yuvamız. Temel olmadan apartman dik dedikleri, temelini mi kuralım apartmanı mı dikelim şaşırdığımız yıkık dökük virane mahallelerimiz…

Bunlar işte bizim en acı gerçeğimiz.


Yağmur Cenan BOYACI

Psikolojik Danışman
Moderatör
yagmurcenanboyaci@hotmail.com

ETİKETLER:
YAZAR BİLGİSİ
1992 Manisa - Turgutlu doğumluyum. İlköğretimi Turgutlu Cumhuriyet İlköğretim Okulu ve Bandırma İlköğretim Okulu'nda, lise eğitimimi Bandırma Ayyıldız Anadolu Lisesi'nde tamamladım. 2010 yılında kazandığım İstanbul Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık lisans bölümünden 2014 yılında mezun oldum. 2015 yılında İstanbul Gaziosmanpaşa 23 Nisan İlkokulu'na psikolojik danışman olarak atandım. Hâlâ aynı yerde görev yapmaktayım. Meslekte beşinci yılımı doldurdum. Lisans eğitimime ek olarak Cognitive Assessment System (CAS) test eğitimini de almış bulunmaktayım.
YORUMLAR
  1. ilknur köstereli dedi ki:

    Hocam durum daha güzel anlatılamazdı sanırım, kaleminize sağlık bize tercüman oldunuz.

  2. Yağmur Cenan Boyacı dedi ki:

    Teşekkür ederim İlknur Hanım, yorumunuz beni mutlu etti. 🙂

  3. Nejla Çekmek dedi ki:

    Anasayfa da başlığı görünce direk Yağmur Hoca’nın yazısıdır dedim. Dile aşinalık.. 🙂 Yazının Milli Eğitim Bakanlığı’na gönderilmesini gerektirecek kadar yerinde ve güzel olmuş.

  4. Yağmur Cenan Boyacı dedi ki:

    Benim Dilim ve Edebiyatım… 🙂 Nejla Hocam seni buralarda görmek ne güzel… KurumNet’ten anlayan bir arkadaş hallediverse ne güzel olur. 🙂