Herkes kendi hayatının kahramanı – IV

01.05.2017
1.004
Herkes kendi hayatının kahramanı – IV


Herkes kendi hayatının kahramanı – IV

MAĞDURİYETİNDEN BESLENEN KADINLAR, ŞİŞKİN EGOLARIN YARATTIĞI KÜSTAH İNSANLAR…

Birçok kültürde olmayan, Türk toplumunda ise “sosyalleşme” denince akla ilk gelen durumlardan biri olan “güne gitme” etkinliklerinin olmazsa olmaz teması mağdurlar hakkında konuşmaktır… Mağdurun ne kadar mağdur olduğu, feleğin çemberinden onun kadar geçenin olmadığı, her şeyin onu bulduğu ama bu günlerin de geçeceği ve elbet bir gün sıranın ona geleceği yönündeki telkinler, yaprak sarmalarının, patates salatalarının ve şeker hamurlu pasta dilimlerinin arasında yerini alır…

Çünkü kadın biriktirir… Kadın, karşısındaki ile tartışmaya girerken ilk cümlesini milattan önce yaşanmış bir olaya dayandırarak oluşturur ve günümüz konusuna gelene dek karşısındaki kadın olsun erkek olsun, çoktan niçin tartıştıklarını unutmuş olur. Bu kısır döngü, eğer fark edilip çözüm arama yollarına gidilmezse ruhu kapkara edene dek devam eder.

Gülcan ÖZER, mağduriyet ve kadını anlattığı bölümde, hayat yolculuğunda bazılarının altını, bazılarının üstünü çizmek gerektiğini, mağduriyetlerden kişinin kendisini kurtarıp yol almasının ne kadar kıymetli bir yaşam becerisi olduğunu anlatır. Eğer bu yapılmazsa mağduriyetin kişilik haline geldiğini, şikayet edilip, konuşulunca yegane konu olduğunu, eş-dost-ahbaptan “haklısın, sabret, senin günlerin de gelecek” cümleleri ile beslenerek daha da büyüdüğünü dile getirir çünkü mağduriyet hikayeleri her zaman prim yapar.

Mağdur olma hali zaman içerisinde mağdur eden rolüne dönüşür. Kalabalık ortamlara gidildiğinde genç erkeklerin yanlarındaki genç kadınları çekiştirdiğini, hırpaladığını görmek ne kadar sıradanlaştıysa yaşlı bir kadının da yaşlı bir erkeği aynı şekilde hırpaladığını, örselediğini görmek mümkündür. Fiziksel gücünü kaybeden kişi artık erkek olarak değil de yaşlı olarak tarif edilmeye başlandığı anda yılların mağdur kadını tüm ihtişamıyla sahneye çıkar, “ne yapsa hakkıdır” desteğini çevresinden de alarak eskinin huysuz şimdinin ezik adamını eliyle, gözüyle hırpalamaya başlar çünkü artık sıra ona gelmiştir. Mağduriyetinden beslenen her mağdur gün gelir kendi mağdur etme cumhuriyetini kurar.

Bölümün sonunda mağduriyetinden beslenmeyen, çaba gösteren, baş etme mekanizmalarını sağlıklı bir şekilde kullanan, bir diğer deyişle “dirençli kişiliğe” sahip bireylerin ise ne kadar eli öpülesi olduğunu okura bir kez daha hatırlatır.

21.yüzyılın en havalı kelimelerinden biri haline gelmiş “ego”nun tanımlandığı ve anlatıldığı bölümde ego; terapi odalarının baş kahramanı, ruh sağlığı alanının vazgeçilmez sihirli malzemesi olarak tanımlanır. Ego önemlidir. İç dünyanın dürtüleri ile dış dünyanın doğru yaşam kılavuzu arasında ayar tutturması gereklidir. Ayarı tutturduğunda da kendisini geliştirir, büyütür, yaşadığı hayata anlam katar.

Kontrol etmesi gereken duygular onu ele geçirene kadar hikaye güzeldir. Ne zaman ki duygular egoyu besler işte o noktada sorunlar ortaya çıkar. “Ben çabuk sinirlenir, çabuk sakinleşirim, huyum bu, yapacak bir şey yok” cümlesini bireyin kurmasını sağlayan ego dürtülerden beslenmeye başlamış demektir ve öfkenin esiri olmuştur. Ne yazık ki günümüz dünyasında birçok mecra, ayarsız öfkesini ekmeğine katık yapmış kişilerle doludur.

Gülcan ÖZER, kişinin hayatı kendi üzerinden okumayı öğrenmesinin ne kadar kıymetli bir beceri olduğunu bu bölümde de dile getirir. Kendinden insan yaratma macerasının başladığı nokta aynı zamanda “içgörü” kelimesinin de hayat adı verilen sahnedeki en önemli role sahip olduğunun fark edildiği noktadır. İçgörü kendi yüküyle gelir ancak giderken başkaca yükler de alarak gider. Görülenin doğru okunması, kişinin kendisini fark ederek kendi fanatiği haline gelmeden yola devam etmesi mevzularının kişinin kendisiyle tanışmasıyla nihayete ereceğini belirtir.

Postmodern zamanların en klişe sloganı olan “ayakta kal” konusunun işlendiği bir diğer bölümde yazar ayakta kalmak ya da mola vermek durumunun tanımlamasını yapar. Ömürleri eksik kalan, hükümet gibi bir kadın olmak uğruna kadınlığın “naiflik ve kırılganlık” örtüsünden vazgeçen kadınlar ve sürekli başarılı olmak zorunda kalarak duyguları ile tanışmayı unutan erkeklerin zaman zaman kimliklerini esaretten kurtarmak amacı ve hayaliyle verdikleri molaları anlatır.

Sessizliğin ve yalnızlığın hüküm sürdüğü,  kapıları açan anahtarların aslında gönülleri kilitlediğinin fark edildiği seansların sonunda kişilerin iki ayrı yol seçme haklarının olduğunu dile getiren Gülcan ÖZER, kiminin eski oyuna geri dönmek istediğini, bilinmedik sulardan korkarak hayatına eklenen antidepresanlardan da destek alarak bilindik oyuna devam ettiğini söyler. İkinci yolu seçenlerin ise yeni hayat arayışında olduğunu, etrafını yeniden yazıp çizmeyi göze aldığını belirtir.

Bölümün sonunda, insanın içindeki sese kulak vermesinin önemini, ses değiştikçe kendi halini de değiştirmesini, ufak molalar ile kendi gerçekliğinin peşini bırakmamasının ne kadar önemli olduğunu okuyucuya bir kez daha anımsatır.

Not: Kitabın geniş özeti ve yorumlanması bir yazı dizisi şeklinde tasarlanmıştır. Her hafta pazartesi yeni yazı yayınlanacaktır.

 

Bingül UZEL
Uzm. Psikolojik Danışman
bingul_1986@hotmail.com

YAZAR BİLGİSİ
Rehberlik Servisi
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.