Çekirdek Aile
Sanayileşme, şehirleşme, ebeveyn olma yaşının yükselmesi ve doğum oranının azalması gün geçtikçe aile dinamiklerinin de kolayca uyum sağlanamayacak kadar hızla değişmesine sebep oluyor. Binlerce yıl boyunca mağaradan köye, klandan kabileye, kabileden sülaleye doğru yavaş yavaş gelişen insan, yuvasında daimi olarak kendisinden başka birden fazla türdeşiyle yaşayan bir canlı türüydü. Son 100-200 yıldır bu durum gitgide artan bir hızla değişmeye başladı. Yerleşim ve aile sistemindeki bu değişim pek çok işlevi yerine getiren ögelerin konumunu, anlamını, etkililiğini yoğun bir şekilde dönüşüme uğrattı.
Geniş aile kavramının hızla çekirdek aileye, hatta çekirdek ailelerin bile evrim geçirip bekar ebeveyn-çocuk formuna dönüşmesi, bunun yanısıra evcil hayvanların da aileden sayılması anlayışının yaygınlaşmasıyla evinde sadece kedsiyle, köpeğiyle, kuşuyla vs yaşayan insanların yarı şaka yarı ciddi aile sayılması gerekliliği düşüncesinin de eskisi kadar absürt gelmemesi gibi pek çok yeniliğe ne kadar uyum sağlayabiliyoruz ve eksik kalan noktaları ne kadar telafi edebiliyoruz ya da telafi edebiliyor muyuz? Bu çağın sorusu bu.
Ailenin insana hissettirdikleri ya da hissettirmesi beklenilen duygular pek dönüşüme uğramadı. Yani hâlâ ailemizden aidiyetin, güvenin, sevginin, saygının, duygusal desteğin, tutarlı bir düzenin tesis edildiği ve fiziksel ihtiyaçlarımızın optimum düzeyde karşılanabildiği bir ortam hazırlamalarını bekliyoruz. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki ilk iki basamak çok büyük değişime uğramadı. Yani fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarımız 100 yıl önceki dedemizin ihtiyaçlarıyla aşağı yukarı aynı. Tabii ki bu ihtiyaçları ve giderilme şekillerini algılama ve değerlendirme eğilimimizde değişimler olmuş olabilir. 100 yıl önce babanın evlatlarına sevgisini ayan beyan görülecek şekilde belli etmemesi babanın evladını sevmediği şeklinde yorumlanmıyor, evlatlar babalarının kendilerini içten içe sevip koruduğunu seziyor ve bunu takdir ediyordu. Günümüzde bu gibi durumlar artık farklı ele alınabiliyor olsa da bu ihtiyaçları değil, değerlendirilme biçimlerini etkiliyor.
İhtiyaçlar aynı kaldı ya da değişime uyum sağlayacak zamanı olmadı. Fakat bu ihtiyaçlara karşılık vermesi beklenen aile mefhumu, hatta bununla doğrudan bağlantılı yerleşim şekil ve eğilimleri çok değişti, çoğu zaman bu ihtiyaçlara cevap veremeyecek şekilde değişti hem de.
Aileyi oluşturan insan sayısı azaldıkça aile birimi de küçüldü ve ailenin sosyoduygusal destek birimleri buna binaen zayıfladı ya da safdışı kaldı. Artık daha izole ve içe kapalı aile kavramıyla karşı karşıyayız. Bir çocuğu yetiştirmek için hâlâ bir köy gerekiyor, ancak eskisi gibi kan bağı ve komşuluğun sınırlarını çizdiği, bütün üyelerinin birbirini tanıyıp kolladığı, görev ve sorumlulukların sırayla ve dayanışmayla üstlenildiği, hatır gönül ilişkisinin yoğun olduğu köylerde değil, kalabalık fakat kalın duvarlarla tecrit edildiğimiz, yakınen tanımadığımız onlarca, hatta yüzlerce insanla aynı apartmanlarda, sitelerde oturuyoruz. Sadece bu da değil, eskiden en uzak komşu köye gidebilirken artık ailemizden yüzlerce, binlerce km uzağa gidip yepyeni bir hayat kurabiliyoruz. Hayat dinamiğimiz doğ, büyü, çalış/oku, evlen, ebeveyn ol, yaşlan, öl çizgisinden çoktan saptı. Evet, bunlar hâlâ köşetaşları, ancak köşetaşlarınu öteleyebiliyor, alternatifini bulabiliyor, farklı köşetaşları da yaratabiliyoruz. Yani artık evlenip aile kurmak hiç düşünmeden, sorgulama gereği duymadan kabul ettiğimiz bir şey değil, eskiden kadın/erkek pek söz hakkımızın olmadığı ve bunu da hiç yadırgamadığımız bu durum çoğunlukla bizim insiyatifimize kaldı.
Maddi manevi zenginleşen hayat çizgisi ve hayattan beklentiler listesi aile kurmayı reddetme yahut öteleme eğilimimizi de arttırdı, çünkü insanlar yaşamın tek amacının bu olduğunda artık kolay kolay ikna ve hemfikir değil. Bu, iki değişime sebep oldu. Birincisi doğum oranının azalması ikincisi ise ebeveyn olma yaşının yükselmesi.
Değişimleri tekrar ele alalım. Yüz yıl öncesine kadar sülalesiyle köyde yaşayan birey, bu bireyin torunu köyünden ayrılıp anne babası, eşi ve çocuğuyla kasabalara geldi, onun torunu ise eşiyle merkez ilçeye gitti, şimdi onların çocuğu bambaşka bir şehre, ülkeye, hatta kıtaya gidiyor. Bu dönüşümü hayal edebiliyor musunuz? Eskiden bu denli büyük çaplı değişimler için doğal afetlerin, savaşların, kıtlık ve hastalıkların olması gerekiyordu. Ama şimdi ailenizden uzaklarda yeni bir hayat kurmanız için kıtlık çıkmasını beklemenize gerek yok. Bunu domine eden tek şey iş olanağı da değil, “Ben kalan hayatımı burada yaşamak istiyorum.” düşüncesi eskisine göre daha yaygın ve daha güçlü. Bunun yanısıra işbirliği ve paylaşıma dayalı tarım/hayvancılık ile usta-çırak ilişkisine dayalı zanaat erbaplığı da yerini formal eğitim talep eden, sistematik ve düzenli meslek sektörü aldı. İnsanın kendisine uzun süre yatırım yapmasını ve başta aile kurmak üzere pek çok şeyi ötelemesini mecbur kılan bir sistem bu. Bu da doğal olarak evlilik ve doğum oranlarının azalmasına, evlenme ve ebeveyn olma yaşının da yükselmesine neden oldu.
Anneannem köy evinde, annemse apartman dairesinde doğdu. Ben bir hastanenin doğumhanesinde dünyaya geldim ve çevremde büyük anne babalarım, anne babamın kardeşleri vardı. Peki ben doğum yaptığımda bu sosyal desteği ne kadar elde edebileceğim veya sizler? Anneannem 24, annem 27 yaşında anne oldu. Ben 27 yaşımda daha birkaç ay önce nişanlandım, acaba ne zaman anne olacağım ya da olacak mıyım?
Bu hızlı değişim binlerce yıldır çocuğunu bir topluluk dayanışması ve işbirliği ile yetiştiren ebeveynlerin sosyal destek hatlarını azalttı, zayıflattı, hatta bazı durumlarda safdışı bıraktı. Eskiden bir kadın anne olduğunda ona yardım eden en az 2-3 akrabası, eve her gün sırayla yemek, meyve, sebze, reçel, turşu getiren komşusu, uykuya, yıkanmaya vs ihtiyaç duyduğunda bebek bakımını üstlenen bir çevresi vardı. “Evde çocuğa bakacak kimse yok.” çok nadir bir cümleydi, çünkü çocuğa evde bakacak pek çok insan vardı, anne baba ev dışına daha rahat çıkabiliyordu. Çocuğa bakanın kanından canından insanlar olması da endişeyi azaltıyordu, tabii bu durum çocuk istismarına da zemin hazırlıyordu, ama konu bu değil.
Şimdi bu durum değişti, üstelik ebeveynlerin çocuk sahibi olma yaşı ilerledikçe daha da zor hâle geldi. 100 yıl önce bir insan 40 yaşında torun sahibi olabiliyordu, çünkü çocuğu da kendisi gibi çocuk yaşta evlenip ebeveyn oluyordu. Fakat şimdi insanlar 40-50 yaşında bile ebeveyn olabiliyor ve doğal olarak aile üyeleri de daha yaşlıyken torun/yeğen sahibi oluyor. Çocuk ve ebeveyn arasında açılan yaş farkı çocukla büyük ebeveyn/ebeveyn kardeşi arasında açılan yaş farkı da demek. 40 yaşında büyükanne büyükbaba olmakla 50 yaşında büyükanne büyükbaba olmak belki fark etmez, ancak 50 yaşla 65 – 70+ yaş arasında çok büyük fark vardır. Ben doğduğumda anneannem 52 yaşındaydı, annem şu an 54 yaşında ve torunu yok. Yaş arttıkça sağlık bozuluyor, güç, enerji ve sabır azalıyor, dayanıklılık zayıflıyor. Bu yüzden dünya çapında doğumhaneye yalnız gelip çocukla yalnız dönen ebeveyn/çift sayısı da artıyor. Ailenin yaşadığı yerden uzak olmak, üzerine yaşlılığın getirdiği hastalıklar da eklenince torununu ilk defa yüzyüze görene kadar aylarca, hatta yıllarca görüntülü konuşmayla, fotoğraf ve videoyla sanaldan takip edebilen büyükanne ve büyükbabaları doğuruyor. Doğum oranının azalması kardeş sayısını da azaltıyor ve mesafeler eklenince sosyal bir destek hattı olan amca, dayı, hala, teyze kavramı da işlerliğini yitiriyor.
Yeni aileler evlerine bebekle yalnız dönüyor ya da çok kısa süre aileleri tarafından ziyaret edilip kendi başlarına bırakılıyorlar. Bebeğin ilk aylarda annesine duyduğu inkar edilemez ihtiyaç anneyi evde durmaya mecbur ederken maddi kazanç yükümlülüğü babanın üzerine kalıyor ve yetersiz doğum izni yüzünden işine döndüğünden eşine doğru dürüst yardım edemiyor, yükünü hafifletemiyor. Gitgide soğuk ve yabancı hâle gelen komşuluk ilişkileri de duruma pek yardımcı olmuyor. Doğduğunda babaannesi, halası, teyzesi, ablası vs tarafından bakım gören kadın küçücük apartman dairesinde bebeğiyle yalnız başına kalıyor.
Doğum oranının azalması ve ebeveynlik yaşının yükselmesi aile birimini küçültmekle kalmıyor, ailenin kan bağı olmayan, aile /sülale dışı ilişkilerini de baltalıyor. Anneannem zamanında tanıdığı 10 kişiden belki biri çocuk sahibi olmadan ölüyordu. Annemin zamanında bu sayı 10 kişide 2-3’e çıktı. Benim zamanımda daha da artacak. Çevremde kendim gibi çocuklu insan bulmakta zorlanacağım için sosyalleşme imkanım da kısıtlanacak. Çünkü çocuksuz bir insanın ya da çiftin sahip olduğu ve korumak istediği hareket özgürlüğüne ben sahip olmayacağım. Gittiğim her yere çocuğumu da götürmem, süreyi ayarlamam gerekecek ve benden daha bağımsız yaşayan çevrem gitgide benden uzaklaşacak. Çocuklu aileler doğal olarak yine çocuklu insanlarla sosyalleşmek isterler. Çocuklu insanın azalması bu bağlamda bizi de çocuk dışında bir hayat, ilişki kurabilme ihtiyacımıza da ket vuruyor.
Fakat biyolojik değişimler modern çağın gerekliliklerini tanımıyor. Doğumdan sonra vücut kendini toparlamaya çalışırken süt üreten ve rahmi yeniden düzenlenen kadın, hem hormonların hem de tecrübe edilmemiş bir durumun yarattığı gerginliğin tesiriyle ruhsal bir dalgalanma ve çatışma hâline de giriyor. Yenidoğanın dünyaya uyum ve metabolizmayı stabil hâle getirme sürecinin yaşattığı stresi ve uyumsuzluğu da bu duruma tuz biber ekiyor. Dinlerin, kültürlerin, edebiyatın kutsiyet atfettiği idealize anneliği tadamadığını fark ediyor kadın. Çünkü beklentileri karşılamakta zorlanıyor. Bu yüzden kendisini yetersiz hissediyor, bunalıma giriyor. Devam eden hormonal değişim süreci de bunalımın yoğunlaşmasına sebep oluyor. Gece terler içinde bırakan ve sanki bebeğin ağlaması yetmiyormuş gibi uyutmayan kabuslar, durduk yere gelen ölüme, hastalığa, işsizliğe, doğal afete dair mantıksız, sebepsiz anksiyeteler, kolunu kaldırmaya dahi güç bulamama, sürekli uyumayı isteme, kendini değersiz hissetme, ağlama krizleri, ölüm, intihar ve bebeği öldürmeye dair durdurulamayan düşünce ve fanteziler, iyi bir anne olamama düşüncesinin yarattığı suçluluk hissi kadını iyice içinden çıkılmaz duruma sokuyor.
Atalarımız bu durumu biliyordu, öyle ki her kültürde yeni doğana ve anne olmuş kadına musallat olan hayali varlıklara inanılırdı. Bu bazen cin, bazen ruh, bazen hayalet, bazen iblis, cezalı bir eski tanrı/tanrıça, ormanın derinliklerinde, yerin altında, dağın zirvesinde, denizin dibinde, çölün ortasında yaşayan gizemli bir hayvandı. Bizdeki karşılığı Alkarısı’dır. Bu varlıklar yenidoğanı çalmasın, anneyi hasta etmesin diye kadın yalnız bırakılmaz, dualar edilir, ritüeller gerçekleştirilir, adaklar adanırdı. Bizdeki karşılığı 40’ı ya da 52’si çıkana kadar lohusa ve bebeği yalnız bırakmamaktı. Ne tesadüftür ki yeni annenin yaşadığı bunalıma doğum sonrası depresyon adı veren tıp dünyası, bunun genelde 6-8 hafta sürdüğünü ortaya koydu, yani 42-56 gün arası.
Çok ender vakalarda psikoz boyutuna varan, cinnete geçişe sebep olan doğum sonrası depresyon yeni anne olmuş kadının tecrübesizliğinden çok öte bir kavram. Çünkü öncesinde de çocukları olan anneler bile bunu yeniden yaşayabiliyor. Öyle ki çocuklarına karşı herhangi bir kini olmamasına rağmen yenidoğana düşmanlık boyutunda öfke, yabancılık besleyebiliyor ve bunun suçluluğu altında daha da içinden çıkılmaz bir hâle geliyor.
Bu arada babaların da işi kolay değil. Çoğunlukla maddi sorumluluğu üstlenen baba daha fazla çalışmak zorunda kalmanın yorgunluğu, evde ihtiyaçları bitmeyen bebeğinin yarattığı stres yüzünden doğru dürüst dinlenemeden bitkin bir bünyeyle her işin altından kalkmaya çalışıyor. Bu dönemde eşinin romantik ve cinsel anlamda uzaklaşması, ilişkinin soğuması da babayı yalnızlaştırıyor. Evde eşini bırakıp dışarıda sosyalleşemiyor, çünkü vicdanı el vermiyor. Kendisinden katbekat yorgun, stresli, asabi, çökkün eşiyle dertleşemiyor. Tüm bunlar babanın da duygusal bir baskı altına girmesine neden oluyor ve evde işler daha da çözümsüz hâle geliyor. Eşinin durumuna rağmen cinsel ihtiyaçlarının, ilişkisel ihtiyaçlarının yarattığı baskı ve suçluluk yüzünden onlar da bunalıma giriyor.
Gün geçtikçe yenidoğan bebeğini, küçük çocuğunu öldüren anne baba haberlerine daha fazla rastlayacağız, çünkü doğamızın gereği olan sosyal destek hattını modern hayata konumlandırmakta zorlanıyoruz. Doğum sonrası depresyon ve psikozu, aile içi duygusal ve fiziksel şiddeti, ilişkisel çatışma ve uzlaşmazlıkları arttıran bu büyük boşluğun varlığı şimdi şimdi kabul ediliyor. İnsan biyopsikososyal bir canlıdır. Ne biyolojimizi ne de psikososyal ihtiyaç ve beklentilerimizi bağlamdan ayırıp ele alabiliriz. Entelektüel, kompleks ve simgelere dayalı bir dili olan hayvanlar olmamız hayvan olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. İnsan biyolojisine bu denli aykırı muazzam değişimlere kısa sürede ayak uydurmamıza imkan yok.
Elbette topluca köylere, höyüklere, mağaralara, ormanlara dönemeyiz. Lâkin artan bu yalnızlığa ve getirdiği sorunlara çare olmaya çalışabiliriz. Belki 50 yıl sonra yeni bebeği olmuş çiftlere 3 aylığına yardımcı/hastabakıcı tahsis etmek hükümetlerin çocuk ve aile politikalarında bir öncelik hâline gelecek. Sadece para, erzak yardımının yeterli gelmediğini yavaş yavaş anlıyoruz. Duygusal açlık pek çok durumda maddi yetersizliğin önüne bile geçebiliyor. Bu olaylar artarken failleri anne baba olamamakla, insanlıktan çıkmakla suçlamanın bir anlamı yok, yarın siz de onlardan birisi olabilirsiniz. Biyolojimizin yarattığı dehşete ket vurmakta zorlanabiliriz, ancak etkilerini azaltmak sanıldığı kadar zor değil.
Bir çocuğu yetiştirmek için hâlâ bir köye ihtiyaç var ve biz o köyü şehirlerimizde de kurabiliriz.