Aileye rağmen birey olmak
“AİLEYE RAĞMEN BİREY OLMAK…”
ÇAĞIMIZIN ÜTOPYASI MI? YOKSA MÜMKÜN MÜ?
Aylin GÖÇMEN’in “Aileye Rağmen Birey Olmak: Karakterimizin ve geleceğimizin inşasında ailenin etkisi” isimli kitabı, aile tutumları, dünyaya geliş sırası ve çocuk yetiştirme tarzları gibi insanın karakterini şekillendiren temel olaylar hakkında yazılan makalelerin, kitapların ve yapılan araştırmaların özetlerinden oluşan, gündelik yaşantılardan alınan örneklerle zenginleştirilmiş, gelişim psikolojisi alanına katkı sağlayan bir çalışma olarak Haziran 2017’de kitapçıların raflarında yerini almıştır.
Okuyucuyu yoran bilimsel dilden ve terimlerden uzak, güçlü bir kaynakçaya sahip olan bu kitap, ana başlıklar halinde bölümlere ayrılmış ve okuyucunun sayfa takibi yapmadan öncelikle okumak istediği bölümlere ulaşmasını kolaylaştıran bir şekilde tasarlanmıştır.
Kitabın arka kapağında yazar, kişilerin geleceklerini inşa ederken geçmişin her zaman arka ceplerinde onlarla beraber olduğunu, geçmişten ne kadar çok bağımsızlaşıldığı düşünülürse bir o kadar bağımlı hale gelindiğini anımsatır.
Kitabın giriş kısmında 2000 yılında kamuoyuna duyurulan “Büyük Genom Projesi”nin ilk bulgularının biliminsanlarında yarattığı şaşkınlık ve hayal kırıklığı dile getirilir. Bu projenin sonuçlarına göre genlerin sadece çevreye uyumu sağlayan noksansız bir yazılım programı olmaktan öteye gidemediği gerçeği ortaya konur. Genlerin ve çevrenin insan üzerindeki etkisinin iç içe geçmiş olduğunu, hangisinin daha ağır bastığına dair bir yorum yapılmasının hem imkansız hem de anlamsız olduğunu dile getiren Büyük Genom Projesini Aylin GÖÇMEN şu şekilde yorumlar; bebekler içine doğdukları koşullara, aileye, iklime, kültüre, dile ve tüm diğer yaşam koşullarına uyum sağlayarak yaşamı öğrenir. Öğrenmek, uyum sağlamak ve var olmak için bir yetişkinin asla gösteremeyeceği inanç ve kararlılığı gösterirler. Bunu sağlayan genlerdir; dönüştüren ise çevrenin kişinin üzerindeki etkisidir.
Doğuştan üyelik tahsis edilen yegane kurum olan ailenin kişi üzerindeki etkisini anlattığı bölümde Yavuz Özkan’ın “Yengeç Sepeti” adlı filmine atıfta bulunan yazar, kalabalık aile buluşmalarını ateşle barutun yanyana gelme hali bir diğer deyişle aynı sepete konan yengeçlerin birbirini yemesi şeklinde tanımlar. Sadece aile üyelerinde olan “en özel alanı ihlal etme” hakkının kişilere eski cephelerde alınan yenilgiye karşılık yeni cepheler açılmasını ve geçmiş kavgaların rövanşını alabilmek adına büyük bir öfke ve saldırganlıkla mücadele etme durumunu anlatır. Genel olarak aile adı verilen bu cephelerin en önemli özelliğinin içerisinde sınırsızca cirit atılan, ihtiyaç duyulduğunda ise içine saklanılabilecek bir kovuk işlevi görmesi olduğunun da altını çizer.
Dünyaya geliş sırasının kişinin hayatı üzerindeki etkisinin anlatıldığı kısımda ilk çocuk olmanın zorluklarını anlatan yazar; ilk çocuğun herhangi bir çaba göstermeden birçok aile üyesinin sevgisini kazanabildiği, en çok kucağa alınan çocuk olduğu, başarmak için daha çok çalışması ve mücadelesi etmesi gerektiği, süreç içerisinde kazandığı özgüven ile yetişkinlik dönemine adım attığını dile getirir. İlk çocukların en sıkıntılı özelliklerinin mükemmelliyetçilik olduğunu, doğduğu ilk günden itibaren çevresinde her şeyin en iyisini sunmaya hevesli anne babalar bulan bu çocukların “her şeyin en iyisini fark edebilme” becerisini kazanarak sürekli “en iyisi olma, en iyisini yapma” halinin üstlerinden hiçbir zaman çıkaramadıkları bir gömlek haline geldiğini ifade ederek birinci çocuğun başarıyı ikinci çocuğun ise mutluluğu aradığını, ciddiyet, sorumluluk ve disiplinli çalışmalar ve kurallara bağlılık denilince akla büyük çocuğun, neşe, konfor, duyarlılık ve kural tanımayı tercih etmeme denilince akla küçük çocuğun geldiğini sözlerine ekler.
Dünyaya geliş sırasında kardeşler arasındaki yaş farkının bahse konu genel özellikleri etkileyeceğini, ortanca çocukların ailede sürekli arada kaldığından diplomasi ustası olarak yetişeceklerini, ikizlerden önce doğanın, daha narin olanın daima küçük olarak yorumlanacağını anımsatarak son 30 yılın modası olan “tek çocukluk” sürecini bir başka bölümde ele alır.
Bir dönem yoksulluğun belirtisi olan tek çocukluğun artık ailelerin çocuklarını “proje” olarak nitelendirmesi ve çocuğu bir yatırım modeli olarak yorumlamasıyla “lüks” bir sembol haline geldiğini ifade eden yazar, tek çocuk kararının çocuk doğmadan önce verilme durumunun zaman içerisinde çocuk için bir avantaja dönüşebildiğinin altını çizer. Çünkü anne-baba tüm hünerlerini bu ilişkide sergilemek ve en az hatayı bu ilişki döngüsünde yapmak için azami çaba gösterir.
Tek çocuk hakkında doğru bilinen birçok yanlış olduğunu, sağlıklı ebeveyn tutumları gösterildiğinde, ailelerin yegane çocuklarına çok fazla verip hiçbir şey istememe durumu en aza indirgendiğinde bu çocukların çevresel hakimiyet geliştirme konusunda beceri kazanabileceği ve topluma faydalı bireyler haline geleceğini ifade eder.
Kitabın genelinde dile getiren tüm güncel araştırma ve makaleler günümüz anne-babalık anlayışında ve bireyin var olma çabasını anlama konusunda ne kadar çok yol kat ettiğimizin ama bir o kadar daha yolumuzun olduğunu okuyucuya bir kez daha anımsatır. Kitabın son sayfasında kişinin aklında Erasmus’un yüzyıllar evvel söylediği; “birey olunmaz, birey oluşturulur” cümlesi ana tema olarak kalır.
Bingül UZEL
Uzm. Psikolojik Danışman
bingul_1986@hotmail.com
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.
okunacaklar listesine yeni bir kitap…