Bir çöküşün öyküsü – Stefan Zweig
STEFAN ZWEİG-BİR ÇÖKÜŞÜN ÖYKÜSÜ
Hem kısa hem de dolu dolu yazmayı becerebilen Zweig ile ilgili yaptığım araştırmalar neticesinde yazarın bu başarısının altında yatan temel sebepleri sizinle paylaşmak istiyorum. İlk olarak Zweig Nazi Almanya’sından ve Gestapo’dan kaçarak Amerika ve Brezilya’da yaşamış, savaşın en kötü yanlarını acı acı deneyimlemiş bir insan. Eserleri incelendiğinde anlatılan öykülerin neredeyse büyük çoğunluğunda bu dönemin izlerini görmemiz mümkün. Öyle ki Brezilya’ya yerleştiğinde “burada savaş yok rahatça yaşabilirim” demiş ancak Avrupa’dan gelen tüccarlarla görüşüp oradaki durumu da sormadan edememiş bir insan. Edebiyatçıların yaşadığı dönemden etkilendiğini ve bunu eserlerine yansıttığını artık hepimiz biliyoruz ve bu çok da doğal bir şey aslında.
Zweig’in bu kısa ama psikolojik tahlillerle dolu eserlerindeki başarısının bir diğer sebebi ise 19.yy da yükselen Psikoloji modasıdır. Bu dönemde altın çağını yaşayan Psikoloji, Freud, Jung, Adler gibi psikoloji dehalarını insanlığın hizmetine sunmuştur. Bu önemli şahsiyetlerin yaptığı çalışmaları yakından takip eden Zweig’in eserlerinde sıklıkla insan psikolojisine dair veriler kullandığını görmekteyiz. Karakter analizinden tutun da çocuk yetiştirmeye, yalnızlığa, buhranlara kadar psikolojiye dair bir sürü detay var eserlerinde. Zaten Zweig özünde duygusal ve karamsar bir insandır. 1922 yılında eşi Lotte ile birlikte savaşın verdiği derin üzüntü ve umutsuzluk yüzünden intihar etmişlerdir.
Bir çöküşün öyküsü, Zweig’in muhteşem psikolojik tahlillerinden nasibini alan ayraç kullanılmadan tek solukta okunan bir eserdir. Okundukça, insanı içine çeken bir hortum gibi beynimizin her yerini saran ve düşüncelerimizin kafatasımıza sertçe çarpmasına neden olan derin içerikli bir eser. Psikanaliz açısından derinlemesine duygu tasviri yaparken bir taraftan bunu yaptığını hissettirmeden hikayenin akışına kaptırıyor okuru. Kitabı okudukça bitecek korkusu sarıyor adeta insanı. Eserlerinde kahramanlarını, cinsiyet ve yaş fark etmeksizin, çok başarılı bir şekilde konuşturan Zweig, bu eserinde de bir kadına nefes olmayı başarıyor.
Kitaba başlamak ile bitirmek arasındaki süre göz kırpmak kadar az olsa da kitap bittikten sonra damakta kalan tat uzun süre hafızamızdan silinmeyecektir. Kitaptaki kadının yaşadığı yalnızlık ve yalıtılmışlık duygularını çoğumuz, hayatımızın belirli dönemlerinde şiddeti farklı olmak koşuluyla mutlaka yaşamışızdır. Bu duyguların kitapta işlenmesi ve okuru bu denli etkilemesi, tartışmasız bir yazar başarısı, bir yetenektir.
Kitabın konusuna gelecek olursam; XV. Louis döneminde Fransız sarayında epey etkili olmuş aristokrat bir kadının gerçek yaşamına dayanır. Madame de Prie günün birinde gözden düşer ve kral tarafından Normandiya’ya sürülür. Saraydakilere rezil olmamak ve yıllarca davetlerle şan şöhretle beslediği egosunun zarar görmemesi için sessizce, kaçar gibi ayrılır saraydan. İktidar sahibi ve ilgi odağı olduğu hareketli ve eğlenceli Paris günlerinden sonra, ne kadar süreceği belli olmayan bir sürgündür bu. Normandiya’da kendisiyle baş başa kalır. İlk başlarda oradaki yerli halk ile zaman geçirmek, onlarla tarlada çalışmak ve sıradan halk gibi yaşamak ona yeni bir soluk getirir. Oldukça eğlenceli ve güzel günler yaşar. İçinde hiç atmadığı umut zamanla tükenmeye başlar ve kadın sarayına kapanır.
Paris’teki iktidar savaşları, entrika ve eğlenceden ibaret boş saray hayatının varoluşuna anlam katan tek şey olduğunun farkına varır. Eski soylu ve nüfuz sahibi tanıdıklara mektuplar göndererek sürgünün kral tarafından kaldırılmasına, eski güzel günlere dönmeye çalışır ancak bunda pek başarılı olamaz. Egosunu tatmin etmek kibrinin sivri ucunu daha da bilemek için kadınlığını kullanarak, kendisinden yardım isteyen köylü bir genci etkilemeye çalışır ve kısa sürede onu aşığı yapar. İlk başlarda bu da ona haz verirken zamanla bu gençten sıkıldığını fark eder ve ondan kurtulur. Hem kendini hem çevresindekileri sürekli kandırma eğilimindeki bu sığ ve kibirli kadın, malikânesinde gösterişli eğlenceler düzenleyerek Paris’teki hayatını yeniden canlandırmaya çalışır.
Elindeki avucundaki tüm parayla eğlenceler tertipleyip Paris’in en asil insanlarını davet ederek aslında onlara bir mesaj vermek ister: “beni hatırlayın.” Ancak ne kadar çabalasa da hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını ve asla eski soylu ve etkili kadın olamayacağını fark eder. Giderek mantıklı düşünme yetisini bütünüyle yitiren Madame de Prie, yalnızlıkta dibe vurur. Hayatta olup nefes almanın ona yetmediğini ve insanların, onun etrafında pervane olmasını elini öpmesini yeniden bütün dikkatleri üzerine çekebilmek için yaptığı tüm uğraşların çöpe gitmesini daha fazla kaldıramaz ve inanılmaz bir plan yapar. Planın sonucunu görememek onun için önemli değil, asıl önemli olan bu planın büyük bir yankı uyandırmasını istemesidir. Kitabın sonu bana Can Yücel’in şu şiirini çağrıştırdı:
Gittin mi büyük gideceksin!
Ayrılık bile gurur duyacak seninle…
Gittin mi ayakların onun yakınından bile geçmeyecek.
Gölgen bile kalmayacak ardında.
Gittin mi onurunla gideceksin;
“Haklıysan gidecek, gitmişsen dönmeyeceksin…”
Can Yücel
-İnsanlık tarihi davetsiz misafirleri sevmezdi; kahramanlarını kendi seçer, ne kadar usandırıcı bir çabaya girerlerse girsinler hakkı olmayanları acımasızca geri çevirirdi; talihin ilerlemekte olan arabasından düşen kişi, arabaya bir daha yetişemezdi.
-O da kadınların çoğu gibi tümüyle başkalarının ruh halinden beslenirdi. Arzulandığı zaman güzeldi, zeki insanların arasında nüktedandı, gururu okşandığında kibirliydi, sevildiği zaman aşıktı. Ondan çok şey istendikçe o daha fazlasını verirdi. Ama onunla kimsenin konuşmadığı, onu kimsenin görmediği, duymadığı, arzulamadığı yalnızlığı sırasında çirkinleşmiş, sersemlemişti, çaresiz kalmış ve mutsuz olmuştu. O ancak yaşamın içinde canlanırdı, yalnızlıkta çöküp gölgeye dönüşürdü.
KİTAPLA KALIN…
Cebrail URTEKİN
Psikolojik Danışman
cebrail.urtekin@windowslive.com