Kör Baykuş – Sadık Hidayet – Kitap İnceleme
SADIK HİDAYET-KÖR BAYKUŞ
Sadık Hidayet, 17 ağustos 1903’te Tahran’da doğmuştur. Yüz yıldır sarayda ve ülkenin edebiyat hayatında mevki ve isim yapmış itibarlı bir ailedendir. Tahrandaki eğitimin ardından mühendis olmak için Avrupa’nın çeşitli ülkelerine gitti. Paris’teyken yazmaya başladı. Dört yıl sonra ülkesine döndüğünde kendini siyasi çatışmaların ortasında buldu. Hindistan’a gidip “Kör Baykuş” u orda yayınladı. Kitabın satışı İran’da yasaklandı. İkinci dünya savaşının patlak vermesi Hidayet’in ülkesine olan “düzelme” umutlarını yeşertse de Başbakan olan eniştesinin bir yobaz tarafından öldürülmesi onun sabrını taşıran son damla oldu.
Paris’te günlerce, havagazlı bir apartman aradı, Championnet Caddesinde aradığını buldu. 9 nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları yanı başında yerdeydi. Kör Baykuş çağdaş İran edebiyatından Türkçeye çevrilen ilk roman özelliğine sahip.
Kör Baykuş, Hidayet’in ruhundaki karamsar ve derin yorgunlukların kaleme dökülmüş halidir adeta. Novella tarzında yazılan bu ince ama deniz kadar derin ve korkutucu kitabı okuduğumuzda acı çektiğimizin farkına varıyoruz. Olay kahramanının yaşadıklarının düş ile gerçek arasında gidip gelmesi okuyucuda kafa karışıklığı yaratsa da damağımızda bıraktığı tadın keyfine varmamıza engel olmuyor. Kitap imge bombardımanıyla adeta okurun zihnine saldırmakta ve tüm düşünme mekanizmasını yerle bir etmektedir.
Bu hafta bir değişiklik yapıp kitabın konusundan bahsetmeyeceğim. Zira anlatılacak türden bir kitap değil kesinlikle tekrar tekrar okunması gerekir. Kitabın belirli yerlerinde İran kültürünü tanımamız için hikâyeler ve anekdotlar bırakan Hidayet bambaşka bir tatla bizi mest ediyor. O hikâyelerden bir tanesini aşağıda paylaşacağım. Kitabın ana karakterinin psikolojik durumundan bahsetmenin olmazsa olmaz bir zorunluluk olduğu kanaatindeyim.
Kahramanımız afyon ve içki ile oldukça haşır neşir olan ve kalemdanlıkla (kalem kutularına İran motiflerini çizen meslek) uğraşan, oldukça sıradan bir hayat geçiren biri. Bir süre sonra gerçeklik algısında bazı değişimler olduğunu fark eder. Bu değişimlerin gerçek mi rüya mı olduğunu anlayamasa da yaşananların gerçekliğini hissettiğini kitabın belirli bölümlerinde dile getirir. Bu duydu durumu aklıma hemen “Depersonalizasyon Kişilik Bozukluğunu” getirdi. Depersonalizasyon: Kişide rüyadaymış gibi bir durum gerçekleşir. Gerçeği değerlendirebilmesi ise yerindedir. Kişi bedenindeki fiziksel özelliklerin değiştiğini ve duyguların yabancılaştığını hissedebilir. Bu duyguların ifade edilmesi güç olduğu söylenebilir.
Çevresini ve kendisini inkâra gidebilir. Zaten kitabın çeşitli bölümlerinde kahramanımız bunu dile getirmektedir.”Bu anlarda kollarıma söz geçirebilir miydim bilmiyorum. Öyle sanıyorum ki elim, bilinmeyen bir dürtü etkisinde kendiliğinden kımıldamaya başlar. Uzun zamandır bende diri diri dağılmakta, parçalanmakta olduğum duygusu belirmişti. Yalnız cismim değil ruhum da aralarında bir uyuşma olmaksızın kalbimle zıt gidiyordu”. İlerleyen sayfalarda kahramanın içinde bulunduğu boşluğun ve ait olamama hissinin ne denli canlandığını ve onu kendine çekip yok etmeye çalıştığını çok net bir şekilde görebiliyoruz. Yok olmanın, kendine yabancılaşmanın ve belki de en önemlisi bunun gerçek mi hayal mi olduğunu bilmeden yaşamak mecburiyetinde olmanın verdiği derin acının sayfalardan kanayıp zihnimize lekeler bıraktığını acı acı yaşıyoruz.
Kahramanımız içinde bulunduğu bu gerçeklik üzerine temellenmiş bilinmezlik duygusunun kaynağını ise şu hikâyeyle okura aktarıyor. “Babamla amcam ikiz kardeşti. Fizikleri gibi duyguları ve huyları da aynıydı. Annem ise bir rakkaseydi(Dansöz). Amcam Benares’e dönünce anneme bu sefer o vurulmuş. Tabi kısa sürede muradına ermiş. Ama annem onun babam olmadığını anlamış ve durumu açığa vurmuş. Her şeyiyle aynı olan iki kardeşten hangisinin gerçek babam olduğunu anlamak için ikisini bir odaya almış ve odaya bir kobra yılan koymuşlar. Odadan sağ çıkan babam olacakmış. Günlerce bağırış çağırışların ardından kahkaha sesleri duymuş ve kapıyı açmışlar.
Vahşetin şiddetine maruz kalıp dışarıya çıkan babamın saçları beyazlamış, zihnini kaybetmiş. En korkuncu şurası ki, kurtulanın hangisiydi, babam mı amcam mı, bu hiçbir zaman tam bilinememiş. Yapılan deneme sağ kalanın zihnini öyle altüst etmiş ki, zavallı adam bütün hafızasını kaybetmiş, çocuğunu yani beni tanıyamamış. Onun amcam olduğunu bundan tahmin etmişler. O gün bugündür ben boşuna ekmek yiyorum, lüzumsuz bigâne bir adamım ancak”
KİTAPLA KALIN…
Cebrail URTEKİN
Psikolojik Danışman
cebrail.urtekin@windowslive.com