Martin Eden – Jack London
“Ruth ona “Prenses” şiirini okurken Martin’in gözüne, kızın dudaklarını boyayan vişne suyu koyusu ilişti. Bir anda kızın bütün ilahiliği paramparça oldu. O da topraktandı netice itibariyle, Martin’le ve topraktan meydana gelen herkesle aynı yasalara tabiydi. Onun da dudakları Martin’inkiler gibi ettendi, vişne suyu kendi dudaklarını nasıl boyuyorsa, onun dudaklarını da öyle boyuyordu. Bu durum dudakları için geçerliyse her tarafı için geçerliydi. Kadındı o, bütün kadınlar gibi bir kadındı. Aniden gelmişti bu fikir. Martin’i afallatan bir keşifti. Sanki güneşin gökten düştüğünü görmüş, sanki taptığı masumiyetin kirlendiğine tanık olmuştu.”
Jack London, asıl adı John Griffith Chaney olan London, San Francisco’da doğdu. California’daki Oakland’da annesinin ve London soyadını aldığı üvey babasının yanına yerleşti. On dört yaşında okulu bırakarak serüven dolu bir hayata başladı. Bir tekneyle San Francisco körfezinde dolaştı, kaçak istiridye topladı ve Japonya’ya gitti. Daha sonra öğrenimini tamamlayarak California Üniversitesine girse de çok geçmeden okulu bıraktı. Kurdun oğlu, Vahşetin çağrısı, Beyaz diş, Demir Ökçe gibi kitaplar yazar London’un Martin Eden karakteri ise çok sevildi.
Çok sevildi Martin Eden. Sevilmesinin en büyük sebebi belki de Ruth’a büyük bir motivasyonla duyduğu sonu gelmez aşktı. İçinde yaşadığı alt sınıfın tüm kurallarını hiçe sayarak, gözünü karartarak, bu burjuva sınıfına ait kıza aşık olması ve onun için ruhi bir mutasyona gönüllü olarak girişmesi tüm okurları derinden etkiledi şüphesiz. Öyle bir sevgi ki yolunu bile bilmediği kütüphanelerde sabaha kadar durmadan kitapların dünyasında maceradan maceraya atılacak ve bir nebze de olsa sevdiği kızın gözünde kabul görme şerefine erişme arzusuyla dolup taşacaktı.
Alt sınıfın en fakir ve kaba insanlarından biriydi Martin. Nerdeyse hiçbir vasfı ve akademik yaşamı olmayan karın tokluğuna gemilerde çalışan, ekmeğini kaslı kollarından kazanan ve günübirlik bir hayat yaşayan, varoşların çetelerine boş zamanlarda liderlik eden kaba saba bir adamdır. Bir kavga sırasında düşman ilan ettiği karşı çetenin gazabına uğramak üzere olan kültürlü ve zengin sınıftan olan Arthur’u kurtarır Martin. Arthur, Martin’i evine yemeğe davet eder. Martin bu davet esnasında Arthur’un kız kardeşi Ruth’u görür görmez çarpılır. Kız ile yaptığı kısa sohbet esnasında kendisindeki kabalığın farkına varan Martin için artık hayatın daha ulvi bir amacı vardı. En az Ruth kadar güzel konuşmak ve Ruth’a layık kibar bir erkek olmak.
Bu uğurda tüm zamanını kütüphanelerde kitaplarla geçirdi Martin. Günün dört saatini uyku ile geçirip kalan saatlerinde felsefeden bilime, yemek kültüründen görgü kurallarına kadar yüzlerce kitabı hatmetti. Sonu gelmeyen bilme ve öğrenme arzusu Martin’in günler süren açlığa ve yaşadığı yoksulluğun daha da artmasına sebep oldu. Ama onun gözü kararmıştı bir kere. Sevdiği kadının sınıfına ait ne varsa öğrenecek ve bir gün Ruth’la evlenecekti. Kaba saba bir varoş olan Martin’in içindeki naif ve duygu yüklü adam ortaya çıktıkça Martin’e olan baskılarda artmaya başlar. Aşık olduğu kız ile nişanlanmasının ardından kendini yazmaya veren Martin, yazdıkları yazıları gazetelere dergilere göndermeye başlar ancak hepsinden ret alır. Bıkıp usanmadan eve kapanık günlerce yazar ve tek takım elbisesini bile rehine verip karşılığında aldığı parayla bu yazdıklarını postalar. Ancak hep ret alır.
Sevdiği kızın ve yakınındaki diğer insanların “düzenli bir iş bulup çalışması” yönündeki telkinlerine kulak kapatmaya çalıştıkça omuzlarında hissettiği baskı artar. Öyle ki kendi kız kardeşi bile kocası istemediği için Martin ile iletişimi keser. Öğrendiği yeni fikirler ile ilgili düşüncelerini dile getirirken Ruth’un babası tarafından “sosyalist” olarak yaftalanır ve Martin ile kızının birlikteliğinin zararlı olduğu mesajını alttan alta verir. O sıralarda tanıştığı yeni insanlarla birlikte toplantılara katılan Martin, stajyer bir gazeteci ile yaptığı dikkate alınmayacak bir sohbetten sonra gazetelerin baş sayfasında hiç uygun olmayan ifadelerin olduğu iftiralarla dolu yazılar eşliğinde fotoğrafını görür. Bu haberlerin çıkmasından sonra bakkal ve kasap başta olmak üzere herkes bu azılı sosyalistle bağını koparmaya başlar. Tüm akrabaları onu yüz çevirir. Ruth artık onu sevmediğini söyler ve nişanı atar.
İnsanların kendisine karşı bu acımasız darbeleri karşısında sendeleyen ama yıkılmayan Martin’in yazdıklarını bir anda gazeteler, dergiler ve yayınevleri yayınlamaya başlar ve Martin şöhret olur. Artık kaybettiği her şeyi elde imkanına sahiptir Martin. Ruth bile gelir kapısına. Yeteri kadar parası ve şöhreti vardır. Bir zamanlar gece gündüz demeden okuyup yazdığı ve içine dahil olmaya çalıştığı burjuva sınıfının en gözde üyesidir artık. Ama Martin artık eski Martin değildir. Çok şey almıştır ondan bu meşhur olma yolundaki çaba. İstediği her şeye ve herkese ulaşabileceği bir noktaya gelen Martin için artık hayatının pek bir değeri kalmaz. Son kez çıktığı deniz yolculuğu ise herkesin elindeki kitabın son sayfasını ıslatmasına neden olacak türden bir sona gebe.
KİTAPLA KALIN…