Olağan Üstü Bir Gece – Stefan Zweig – Kitap inceleme
STEFAN ZWEIG- OLAĞANÜSTÜ BİR GECE
“Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık.
Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.”
Çeviren: İlknur İGAN
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 69
Stefan ZWEIG kimdir?
Roman, şiir, öykü, deneme ve oyun gibi farklı türlerde ürünler veren yazar, Viyana doğumludur. Felsefe eğitimi almıştır. Yaşamı boyunca Avrupa’nın hızlı değişimine tanıklık etmiştir. 1913’ Salzburg’a yerleşmiştir. 1933’te Naziler Yahudi asıllı olan Zweig’in kitaplarını yakmıştır.1934’te Nazilerin baskısı sebebiyle bu kentten ayrılmıştır. Önce İngiltere’ye, 1940’ta Brezilya’ya göç etmiştir. Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942’de karısı ile birlikte intihar etmiştir. Buna Hitler’in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlığın yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha var olmayacağı düşüncesi neden olmuştur.
“Olağanüstü Bir Gece” hakkında:
Kurgu Stefan ZWEIG’a ait değildir. 1914’te bir çarpışmada şehit düşen bir askerin ailesi, şahsın masasında mühürlenmiş bir paket bulmuş, bir göz attıktan sonra başlığına da bakarak akrabalarının edebi bir çalışması olduğuna karar vermiş ve notları gözden geçirmesi için Zweig’e teslim etmiştir. Yayınlanmasını Zweig’in takdirine bırakmışlardır. Zweig olayı gerçek kabul etmiş, notlarda herhangi bir değişiklik yapmadan sadece ismini değiştirerek yayınlamıştır.
Yazarımız o gece yaşananların hayatının seyrini değiştirdiğini öyle bir heyecanla anlatmakta ve bunu tekrar tekrar dile getirmektedir ki insan ister istemez düşünüyor “acaba o gece ne yaşanmış olabilir?”. 4 ay sonrasında yazıya geçirirken dahi aynı etkinin altında olduğunu, olayı nesnelleştirmek, detayları ayan beyan görebilmek ve daha fazla içselleştirebilmek adına bunu yaptığını dile getiriyor. Sonrasında okuyucuyu rahatlatmak adına hayat hikayesine başlıyor:
Kahramanımız reşit olduğu ve hayatı için önemli kararlar vermesi gereken bu dönemde ebeveynleri ölmüş ve kahramanımıza yüklüce bir servet bırakıyor. Bunun sonrasında kahramanımız için bir meslek sahibi olmak, para kazanmak gibi şeyler önemini yitiriyor. Bir burjuva olarak sanat galeri dolaşıyor, iyi kitaplar okuyor, her zaman şık giyiniyor, güzel kadınlarla beraber oluyor. Hırslardan uzak kalıyor çünkü hayat ona istediği her şeyi veriyor. Tek hırsı müzayedelere katılıp kendi için güzel parçalar almak oluyor. Hayatında hiçbir sarsıntıya yer olmayan, gençliğe has bu rahat ve hoş atmosferi de oldukça seviyor. Fakat sonrasında fark ettiği şeyler oluyor. “ Ne var ki kaderin tüm beklentilerimi yerine getirmesi ve benim bunun ötesinde hiçbir şey talep etmeyişim bir alışkanlık haline geldiğinden bu hal giderek yaşamımda bir heyecan eksikliğine ve cansızlaşmaya yol açtı. O dönemde bazı yarı farkındalık anlarında bilincine tam varmadan içimde özlemini çektiğim şey arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu; daha güçlü, daha bağımsız, daha tutkulu, daha doyumsuz istek duyma, daha yoğun yaşama, belki de acı çekme ihtiyacıydı. Fazlasıyla aklı başında bir yöntemle varoluşumdan bütün çelişkileri uzaklaştırmıştım ve bu çelişki yokluğu canlılığımı söndürüyordu. İsteklerimin giderek daha da azaldığını ve zayıfladığını, duygularıma bir tür donukluğun yerleştiğini görüyordum; belki de en iyisi şöyle ifade edecek olursam, bir tür ruhsal iktidarsızlık ve yaşamda tutkuyla yer alabilme yetersizliği hissettiğimi söyleyebilirim.”(s-7)
Kahramanımızın 3 yıllık bir duygusal ilişkisi var ve bir gün sevgilisinden bir mektup alıyor. Sevgilisi yeni biriyle tanıştığını, onun mükemmel bir insan olduğunu, onunla evlenmeye karar verdiğini yazıyor. Sayfalar süren mektupta artık ilişkilerini kesmeleri ve üzülmemesi gerektiğini, kahramanımızın kendine zarar vermesinden korktuğunu defalarca dile getiriyor ve ona muhakkak bir cevap yazmasını istiyor. Kahramanımız sevgilisini gerçekten sevdiği halde herhangi bir huzursuzluk ya da acı hissetmediğini fark ediyor. Bu olaydan itibaren sürekli olarak kendini, duygularını izlemeye başlıyor ve aslında hiçbir şeyden tam doyum alamadığını , insanlara rol yaptığını “mış gibi” yaşadığını fark ediyor.
Bir gün bir at yarışında kendisi gibi “hissetmeyen” bir kadın fark ediyor ve onu etkileme çabasına giriyor. Oldukça çirkin birinin onun kocası olması kahramanızı sinirlendiriyor ve kocasından ata oynadığı bir fişi çalıyor. Gidip onunla yeni bir yarışa oynuyor –yarış esnasında bir burjuvaya yakışmayacak hareketler sergiliyor- ve oldukça yüklü bir para kazanıyor. Tüm bunlar sırasında kahramanız yeniden hissetmeye başladığını, kötücül tarafının onu nasıl hayata bağladığını ,yaşamın gerçek yanının içinde filizlendiğini hissediyor. Hissedemediği için kendini ölmüş kabul eden kahramanımız ansızın yeniden çiçeklendiğini, kanın damarlarına hücum ettiğini ve duyguların ağır uyanışını izliyor kendinde. Fark ediyor ki toplumsal baskılardan, kurulan centilmenlik ideali tarafından sürekli duygularını bastırmış ve o kalıpların dışına çıkmamış ama bunu fark ettiği anda sokaklara çıkıyor, eğlenen insanlar arasına karışmaya karar veriyor. Sokaklarda beklediği kabulü görmüyor, bir lunaparka gidiyor ve lunapark kapanana kadar orada kalıyor. İşte o anda insanlar tarafından kabul görmeyi uman kahramanımıza, bir fahişe yaklaşıyor ve onu küçük tuzağına çekiyor. Kahramanımız bunun bir tuzak olduğunu bile bile adımlarını fahişenin adımlarına uyduruyor ve o “olağanüstü gece”de yaşananlar yaşanıyor.
…“Bütün gece yana tutuşa aradığım şeyi bulmuştum sonunda: Birisi bana ihtiyaç duyuyor, beni arıyordu, ilk kez bu dünyaya ait birisi için var olduğumu hissediyordum. Tam da bu en dışlanmış varlık, zavallı tüketilmiş bedenini karanlığın içinde bir mal gibi taşıyan bu kadın bana yanaşmış, gözleriyle beni arıyor, benim içimdeki insanı soruyordu; bu hal benim aynı zamanda hem ayık hem esrik, hem berraklık hem büyülü bir bulanıklık hissettiren tuhaf sarhoşluğumu daha da arttırdı.”… (s-57)
Gerçekten sürükleyici, tek atımlık bir kitap. Keyif almanız dileğiyle…
Fadime Şimşek
Psikolojik Danışman
fdmesmsek45@gmail.com