Sputnik Sevgilim – Haruki Murakami – Kitap İnceleme
HARUKİ MURAKAMİ-SPUTNİK SEVGİLİM
“Ben aşık oldum. Şüphe yok. Buz soğuktur, gül kırmızı. Ve bu aşk beni bir yerlere götürmeye çalışıyor: öyle güçlü bir akıntı ki ondan kendimi korumam neredeyse olanaksız. Ama artık dönüş yok. Kendimi bu akıntıya bırakmak dışında bir şey yapamam. Yanıp kül olsam da, yok olup gitsem de.”
Haruki Murakami, 1949 yılında Japonya’nın Kyoto kentinde dünyaya gelmiş. Daha kitapları satışa çıkmadan online rezervasyon ile satış rekoru kırmış ve Yeni Yazarlar Noma Edebiyat Ödülünü alarak 21. Yüzyılın En iyi yazarlarının arasına adını adeta altın harflerle yazdırmış bir yazar. Tüm eserleri Türkçeye çevrilen ve Türkiye’de de geniş bir okur kitlesine ulaşan yazarın bu başarısı tesadüften çok uzak, emekle meydana gelmiş bir kariyere sahip.
Sputnik, Rusça’da yoldaş, yol arkadaşı anlamına gelmektedir. 4 Ekim 1957’de Sovyetler birliği, Kazankistan’daki Baykonur Uzay Üssünden dünyanın ilk yapay uydusu Sputnik 1’i uzaya fırlattı. Ertesi ay Laika adındaki köpeğin bindirildiği Sputnik 2 de başarıyla fırlatıldı. Laika, uzaya gönderilen ilk canlıydı; uydu geri dönmedi ve Laika, uzaydaki biyolojik çalışmaların ilk kurbanı oldu. Bu uzay istasyonundan fırlatılan Sputnik adlı iki uzay gemisinde ilhamla o dönemde yazılan eserler bu isimle anılırmış (Bizdeki Tanzimat dönemi gibi).
Gelelim kitabın konusuna; Japonya’da başlayıp Yunan adasına kadar uzanan temelde bir aşk hikayesi gibi görünen ama üç insanın(K, Sumire, Myu) kendini bulma arayışı olan ve gerçekle düşün birbirine karıştığı bir konu ele alınmış. Japon kültüründe görülen “bireyselleşme ve yalnızlaşma” olguları bu kitabın temelini oluştururken yaşanan aşk ise günlük hayatta karşılaştığımız, beynimizdeki aşk kavramı ile ilgili tabuları yıkmasa da epeyce sallıyor. K, Sumire’ye aşık bir ilkokul öğretmeni, Sumire, yazar olmak için çırpınan ve kendinden yaşça büyük olan hemcinsi Myu’ye aşık bir genç kız. Ancak bu aşklar apaçık yaşanamaz ve herkesi tam anlamıyla memnun edemez. K, nın tesellisi her gece geç saatte kendisini arayıp sohbet eden Sumire’nin sesini duymak iken, Sumire’de Mui’den karşılık alma umuduyla yanıp tutuşur. Myu’nin teklifiyle Sumire, Myu’nin şirketinde çalışmaya başlar.
Bir süre sonra bu ikili tatil için Yunanistan’a gider. Başlangıçta her şey çok güzel gitmektedir. Bir gece K, nın telefonu çalar ve arayan Myu’dir. “Sumire kayboldu, adeta duman olup uçtu” der. Ve K, Yunanistan’a doğru yola çıkamaz. Yunanistan’da Sumire bulunamaz ancak K, Sumire’nin yazdıklarını bulur ve okur. Sumire’nin de tıpkı kendisini aradığını ve bu ortadan kayboluşun bu kendini aramakla ilgili olduğunu anlar. K, nın öğrendiği başka bir şey ise Myu’nun neden bir gecede saçlarının bembeyaz olduğudur. Myu’nun genç bir kızken Lunaparkta yaşadığı kötü olayın kendisinde bıraktığı psikolojik tahribatın gerçek mi yoksa başka bir alemde mi olduğunu anlayamaz ve bu soru işaretleriyle Japonya’ya geri döner. Ne Myu’dan ne de Sumire’den haber alamaz bir daha. Büyük bir yalnızlığın içine düşer. Boğazı bir aslanın güçlü çenesine mahkum olmuş bir ceylanın nefessiz kalıp ölmesi gibi K’da nefessiz kaldığını hisseder çoğu zaman. Kaçınılmaz son ise kitabın temelini oluşturan yalnızlıktır. Öğretmenliği ile ilgili ciddi kararlar alır. Kitapta eğitimcileri de ilgilendiren birkaç yazıyla kitap değerlendirmemi sonlandırıyorum.
-Bir öğretmen olarak fikrimi söylersem, hırsızlığı alışkanlık edinmek, özellikle de çocuklarda, suç olmaktan ziyade duygusal bir bozukluktan kaynaklanan, yaygın bir durumdur. Elbette biraz daha dikkatli gözlemlemiş olsaydım belki bunu fark edecektim, bu konuda eksiklerim olabileceğini kabul ediyorum. Ancak böyle bir bozukluğun dışarıdan kolayca fark edilmesi oldukça güç. Ya da aynı şekilde, bir davranışın kendini salt kötü bir davranış olarak ele alıp uygun bir şekilde ceza verince hemen düzelecek diye bir durum da söz konusu olamaz. Temel sorunu bulup ortaya çıkarmazsanız ve düzeltmeye çalışmazsanız ilerleyen zamanlarda aynı sorun farklı biçimlerde yeniden ortaya çıkabilir. Hırsızlık yaparak çocukların aslında bir mesaj vermek istediği durumlar az değildir. Yüzde yüz etkili olur denemese de zaman ayırmaktan, karşına alıp konuşmaktan başka çare yok…
-Güçlenmenin kendisi kötü bir şey değil. Elbette değil. Ama bugün düşündüğümde, güçlü biri olmaya kendimi öylesine alıştırdım ki zayıf insanları anlamaya çalışmıyordum. Şanslı olmaya fazlasıyla alışmıştım, bazen karşılaştığım talihsiz insanları anlamaya gayret etmiyordum. Sağlıklı olmaya o kadar çok alıştım ki, hasta insanların acılarını anlamaya çalışmıyordum. Bir şeyler kötü gidince sıkıntıya düşen, olanlar karşısında aklı başından giden insanları görünce, bu durumun sadece onların yeterince gayret göstermemelerinden kaynaklandığına inanıyordum. Dillerinden yakınma eksik olmayan insanların temelde tembel olduklarını düşünüyordum…
-Anlamak dediğimiz, hali hazırda yanlış anlamalarımızın bütününden başka bir şey değildir.
KİTAPLA KALIN…